Ne zaman hemşire olunur sorusuna hiç bir zaman kesin cevaplar verememişimdir. Aşağıda okuyacağınız yazı da bu sorunun cevabı niteliğindedir. Bu yazı hemşire olmayan bir kişi tarafından kaleme alınmıştır.
Yazıyı kaleme ise Ünlü Yapımcı-Yönetmen ve Yazar Sami Dündar.
Bazı hastalar ile özel iletişim kurarsınız. Onlar sizde farkındalık yaratır. Benim için Sami Dündar da bu gruba giren nadir hastalarımdan birisiydi. Ve bende de farkındalık yarattı. Bana hemşirelik yaklaşımının sadece hastanın anlık sorununu gidermek olmadığını uygulamalı öğretti. (Bu konu üzerine gözlemlerim mesleğe bakışımı değiştirmiştir)
Sami Dündar’ın hemşirelik mesleğine yönelik bir sosyal ağda beni ve diğer hemşire arkadaşlarımı etiketleyerek paylaştığı yazı ile mesleğimize karşı göstermiş olduğu duyarlılığı bir kez daha bize göstermiş oldu. Bu duyarlılığı gösterdiği için Sayın Sami beye mariobet öncelikle etiketlediği hemşire arkadaşlarım adına sonra ise Dijital Hemşire ve Sağlık Atölyesi Ailesi adına teşekkür ederiz.
– Taner Onay
**
Bir kendini bilmez tarafından tekmelenen kanatsız melek hemşire Ayşegül Terzi için bir kaç laf etmek istedim.
Öncelikle ‘Bipolar Bozukluk’ hastası olduğu iddia edilen şahsın kanun önünde ‘acaba hangi suçtan hüküm versek’ tartışmasına tanık olduk. Hukukçular ve kamuoyu ilk gözaltından sonra serbest kalmasına tepki gösterince yeniden gözaltına alınan şahıs en nihayetinde tutuklandı. Bu gibi kişilik bozukluklarında suçluyu hapse atmak yeterli bir çözüm değildir. Hatta hapiste (tabi ki oradaki mahkumlar onu rahat bırakırlarsa) hastalığının derecesi daha da artabilir. İlk çözüm tam teşekküllü bir psikiyatri kliniğinde müşahade altına alınması ve derhal tedaviye başlanmasıdır. Türkiye’de bu alanda epeyce uzman hastane ve hekim mevcuttur. Bir çok hastanenin acil servisleri ve başta 112 olmak üzere ambulans servisleri de bu gibi konulara oldukça hakimdir. Türk Ceza Kanunları bu gibi durumlara karşı yeterli içeriğe de sahiptir. Tek yapılması gereken ilgili mahkemenin bu durumu derhal tespit ederek kişi hakkında acil karara varmasıdır.
Gelelim kamudaki tartışmalara:
Her ne görüşte olursanız olun günün birinde kendinizi acil serviste bulmayacağınızın garantisi yoktur. İşte tam bu noktada sağlık hizmetlerinde çalışan her personelin sizi hayatta tutmak için neler yapacağına şahit olacaksınız. Bu yazıyı okuyan herkese ısrarlı tavsiyem şudur ki; SAĞLIK ÇALIŞANLARINI HERŞEYDEN AYRI TUTUN, ONLARI SEVİN, KORUYUN, KOLLAYIN…
Beni tanıyan arkadaşlarım ve bir şekilde basından takip eden vatandaşlarımız hayatımdaki en önemli travmayı bilirler. Depremde göçük altında ezildikten sonra hayatta kalabilmemi sağlayan en önemli faktör, hemşirelerdi…
Başımdan geçenleri “Her Şeyin Bittiği Yerden” adlı kitabımda detaylarıyla anlatmıştım. Vaktiniz olur da okumak isterseniz kitabımdan canım hemşirem Karolin Sarı ile ilk tanışmamızı özetleyen bir bölümü aşağıda sizinle paylaşıyorum.
KAROLİN HEMŞİRE
Odanın kapısı açıldığında hafif tombul, yüzü çocuksu ve güleç, uzun boylu bir hemşire ile annem içeri girdiler. “Merhaba Sami Bey, adım Karolin. Bugün nöbetçiyim, sizinle ben ilgileneceğim, servisimize hoş geldiniz,” dedi. Hafifçe gülümsedim. Annem çek yat kanepeye oturdu. “Güzelmiş oda,” dedi.
Aralarında İsmail Bey ve Alim Bey’in de olduğu yedi-sekiz doktor odaya girdiler. İsmail Bey, “Sami Bey, artık bu serviste tedavi edileceksiniz. Reanimasyon döneminiz sona erdi. Artık yoğun bakım ünitesi ile ilişiğiniz bitti, fakat taburcu edilene kadar Mois Hoca başkanlığında yoğun bakım servisi sizin tedavi sürecinizi izleyecek. Dolayısıyla her gün görüşmeye devam edeceğiz. Bu serviste ortopedi, dahiliye, hariciye, psikoloji, fizik tedavi, nöroloji, kardiyoloji, üroloji gibi tüm uzmanlık alanlarından doktorlar sizin tedavinizi sağlayacaklar. Geniş bir kadro ile sizin en kısa zamanda taburcu olmanız için elimizden geleni yapacağız. Yanınızda refakatçi kalabilir. Kontrollü olarak ziyaret yapılmasına izin vereceğiz. Kendinizi iyi hissettiğiniz sürece telefon görüşmeleri yapabilirsiniz. Bundan sonra beslenmeniz ağız yoluyla yapılacak. Sizin için özel bir diyet programı hazırlandı. Ağrı tedaviniz için hastanemizin özel bir grubu sizi daha sonra ziyaret edecek. İlaçlarınızın büyük bir bölümü ağız yoluyla verilecek. Bir kısmı damardan, bir kısmı ise serum aracılığıyla verilecek. Bu servisin hemşire ekibi üst düzeyde tecrübeli personel arasından seçildi. Umarız, her zamanki gibi, bize yardımcı olursunuz Sami Bey. Şimdilik bu kadar, görüşmek üzere,” diyerek odadan ayrıldılar.
Annem, Karolin Hemşire’yi soru yağmuruna tutuyordu. Hastaneler ve refakat konusundaki engin tecrübeleri nedeniyle bir an önce kontrolü ele geçirmek istiyordu. Karolin’le çok iyi anlaştılar.
Tam bu sırada içeriye bir hastabakıcı girdi. “Ağabey,” dedi. “Benim adım Cumali, seni bekliyorduk, hoş geldin. Yoğun bakımdaki arkadaşlar seni bize emanet ettiler, sen hiç merak etme ağabey, çok iyi bakacağız burada sana,” dedi. Sonra Karolin’e dönerek, “Hemşire hanım, çiçekler koridora sığmadı, nereye koyalım artanlarını?” diye sordu. Karolin, “Siz bana bırakın, hemen hallederim,” diye cevap verdi ve fırladı odadan.
Geri döndüğünde, anneme bir sürü kart veriyordu. Çiçeklerin üzerinden topladığı mesajları bir torbaya yerleştirmiş, anneme teslim ediyordu. “Hepsini hallettim Gülümser Hanım,” dedi. “En güzellerini bu odanın kapısına yerleştirdim, geri kalanlarını diğer hastaların odalarının önüne koydum. Hastalarımızın çoğu depremzede ve yakınlarını tamamen kaybetmişler. Sanırım böyle olmasını arzu ederdiniz, değil mi?” Annem, “Ah yavrum! Aferin sana, en doğrusunu yapmışsın. Yakını olmayanları biz her gün ziyaret edelim, olur mu? Müsaade ederler mi?” dedi.
Konuşmaları takip ederken Karolin’le göz göze geldik. Gözlerinin içi gülüyordu. “Yanıma gel,” dedim. Geldi ve hemen elimi tuttu. “Merak etmeyin Sami Bey,” dedi. “Biz buradayız, yanınızdayız, yoğun bakımdan hakkınızda her şeyi öğrendik. Burada iyi bakılacaksınız. Konuşup kendinizi yormayın şimdilik. Nasıl olsa bol bol sohbete vaktimiz olacak.”
Karolin Hemşire odadan çıktığında epeyce yorulduğumu fark etmiştim. Dışarıda hava kararmıştı. Oldukça yoğun bir gün geçirmiş, değişik seyahatler yapmıştım. Gözlerimi kapatarak uyumaya çalıştım. Yarı uyku haline geçince, bir nevi düş gibi görüntüler canlanmaya başladı gözümün önünde.
Burası Amerikan Hastanesiydi. Çok pahalı bir yerdi. Kim bilir ne kadar fatura çıkartacaklardı bana? Kim ödeyebilir ki çıkan faturaları? “Ben zaten batmışım, bir de buraya borçlanacağız herhalde?” diye düşünüyordum. “Acaba,” dedim. “Arkadaşlarım benim için aralarında yardım mı toplayacaklar? Belki bir internet sitesi açarak, ‘Zavallı depremzedeye bağış yapın’, filan mı diyecekler? Of anam of! Nereye baksam, bir şeye bulaşıyorum. Zaten şirketimi de başkaları yönetiyor. Acaba ne durumda elemanlarım? Unilever’in işi ne olacak? Bensiz yapabilirler mi? Filiz’le Dilek’e kaldı bu organizasyonu yapmak. Dilek akıllı kızdır, Filiz bu işi çok iyi öğrenmişti zaten, becerirler herhalde. Özkan var nasıl olsa erkek olarak, çocukluğundan beri bütün operasyonlarımda vardı, benim kurallarımı bilirler. Peki ya alacaklılar ne olacak? Eşek değiller ya, bu durumda olduğumu öğrenince müsamaha gösterirler herhalde? İyileşmemi beklerler. Neyse ailem yanımda ya, şu hastaneden çıkabilirsem tekerlekli sandalyede filan işimi yaparım yine…” Bunları düşünürken iyice uykuya dalmışım herhalde.
“Sami Bey, Sami Bey… İlaçlarınızı içirmem lazım.” Karolin Hemşire başucumda, elinde ilaç tepsisi ile sesleniyordu. “Hadi bakalım, yatağınızı biraz kaldıralım, şu ilaçları içelim, tamam mı?” dedi. İlaçları sırasıyla içtikten sonra göbeğimden bir iğne yapması gerektiğini söyledi. “Ne iğnesi bu?” dedim. “Kan sulandırıcı yapıyoruz, vücudunuzun herhangi bir bölümüne pıhtı gitmesi ihtimaline karşı uyguluyoruz. Biraz acıtabilir, şimdiden özür dilerim.” “Sorun değil Karolin, ne acılar gördüm ben, iğneden korkmam, yap sen işini,” dedim.
“Saat başı hem kontrol hem de ilaçlar için sizi uyandırmam gerekecek. Birkaç gün bu şekilde bir tedavi yüklemesi var, umarım rahatsız olmazsınız Sami Bey?” “Sorun değil Karolin, ben iyileşmek istiyorum, ne gerekiyorsa yapın,” diye konuşmamızı sürdürdük. İşini bitirdikten sonra, anneme dönerek, “Gülümser Hanım, siz bence bu gece evinize gidin, yarın gelirsiniz. Sizin yapabileceğiniz bir şey yok bu aşamada, bir de bu gece yoğun olacak burası, hiç uyuyamazsınız, zaten günlerdir uykusuz olduğunuzu söylediniz. Gördüğünüz gibi her şey normal ve kontrolümüz altında. Hem merak etmeyin, ben dururum odada, Sami Bey’in başında. Ne dersiniz, anlaştık mı?”
“Yok evladım, sen beni düşünme. Oğlumun yanında olduğum sürece yorulmam ben. Bak zaten ne güzel yatak da yapmışsınız buraya,” diye cevap verdi annem.
Üzüldüm bir an, annemi düşündüm. Kesinlikle hiç eve gitmemiştir o, sandalye üzerinde beni beklemiştir yoğun bakımın kapısında. “Anneciğim,” dedim. “Lütfen eve gidin. Burada kalırsanız, aklım sizde kalır. Eve gidip dinlenirseniz, ben de rahat olurum, lütfen anneciğim,” dedim. Benim kararlı olduğumu anlayınca, “Peki yavrum,” dedi. “Bak, sadece bu gecelik eşyalarımı toplamak için gideceğim eve. Seni önce Allah’a, sonra Karolin’e emanet ediyorum.” Alnımdan öperek ayrıldı yanımızdan.
Karolin, “Ben şu ilaç düzenlemelerini yapıp, hemen geleceğim yanınıza. Acil bir şey olursa elinizin altındaki düğmeye basın, iki saniye sonra yanınızda olurum, tamam mı Sami Bey?” diyerek ayrıldı odadan. Yalnız kalmıştım nihayet ve uykuma devam ettim.
Gözlerimi açtığımda odanın karanlık olduğunu fark ettim. “Işıkları söndürdü görevliler herhalde,” dedim. Fakat hafif bir aydınlık oluşturması için tuvaletin ışığı yanık ve kapısı hafif aralıktı. Sakinleştirici bir sessizlik hâkimdi odanın içine. Etrafıma göz gezdirmeye başladığımda, birden Karolin Hemşire’nin refakatçi kanepesinde oturduğunu ve bana baktığını gördüm. Gülümsedi göz göze gelince ve yerinden kalkarak yanıma geldi. “İyi misiniz Sami Bey?” dedi. “Teşekkür ederim, oksijen maskemi çıkartır mısın?” dedim. Maskeyi çıkartırken, “Çek bir sandalye de yanıma otur, konuşalım birazcık,” dedim. Hemen dediğimi yaptı ve “Lütfen az konuşun maskeniz yokken. Yorulmamanız lazım, ciğerleriniz henüz randımanlı çalışmıyor. Hani o içtiğiniz, tadı çirkin olan ilaç var ya, ciğerleriniz içindi,” dedi.
“Sen nerelisin Karolin, biraz anlatsana kendini,” dedim. “Ermeni’yim Sami Bey, Gregorian yani. Orta halli İstanbullu bir Ermeni ailenin biricik kızıyım. İstanbul’da dünyaya geldim. Ermeni Kız Lisesi ve sonra da Amiral Bristol Hemşirelik Okulu’nu bitirdim. Çocukluğumdan beri müziğe karşı aşırı ilgim vardı, fakat bir an önce meslek sahibi olabilmek için bu işi seçtim. Feriköy Ermeni Kilisesi korosunda soprano olmama rağmen alto olarak görev yapıyorum. Büyük bir konsere hazırlanıyorduk fakat deprem olunca iptal edildi. Ermeni Derneğimizin üyelerinin tamamı, gönüllü olarak kurtarma çalışmalarına katıldılar. Hâlâ birçok arkadaşımız bölgedeki çadırlarda görevdeler. Ben de üç gün önce döndüm bölgeden. Burası kalp cerrahisi servisiydi fakat Amerikan Hastanesi depremzedeleri kabul edince özel bir servis haline dönüştürdüler. Beni ve diğer hemşire arkadaşları seçip bu servise göreve verdiler. Sizin durumunuzda bir hastamız daha var. Avcılar’da göçükten çıkartıldı. Diğer hastalarımızın sağlık durumu iyi fakat en büyük problem; çoğunun yakınlarını kaybettiklerini bilmemeleri… Burada normal bir nöbet yok, gönüllülük ilkesi ile nöbet tutuyoruz. Dolayısıyla, daha sık görebilirsiniz beni. Siz çok şanslısınız Sami Bey, mükemmel bir aileniz var. Annenizle ve kardeşlerinizle epeyce sohbet ettik. Aslında, çıkartıldığınız göçükten sağ kurtulmanız başlı başına bir mucize. Fakat sonrası da mucizelerle dolu.. Bu hastaneye geldiğiniz günden beri bütün personel ve doktorlar sizin durumunuzu takip ediyorduk. Herkes yaşamanızı istedi. Eğer siz de yaşamak istemeseydiniz ve direnmeseydiniz burada olmayacaktınız. İdrar yaptığınız gün sizin çıkışınızı ve bizim servise gelişinizi beklemeye başladık. Amerikan Hastanesi toplam iki yüz iki depremzede kabul etti. Bunlardan biri yolda gelirken ex olmuştu. Sadece raporu yazıldı. Diğer hastamız ise beyin ölümü ile Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesinden bize sevk edildi fakat bir saat sonra kaybettik. Herkes sizin durumunuzu bekledi. Yüzde yirmi yaşama şansı veriliyordu, o da büyük olasılıkla makineler sayesinde olacaktı. Fakat siz inanılmaz bir direnç gösterdiniz ve ölümü yendiniz. Bütün hastane ekibi size karşı ilgi gösteriyorlar. Bu arada annenizin feryadı ve çabaları, bizleri üzüntüye boğdu ve aynı zamanda aşırı derecede yüreklendirdi. Anneniz sürekli olarak ‘Benim bütün organlarımı oğluma verin, kurtarın onu ne olur!’ diye yalvarıyordu doktorlara. Organ nakli ile kurtulma imkânınız olsaydı eğer, emin olun annenizden önce bütün personel sıraya girerdi. Onun yerine, yüreklerini ve dualarını koydular ortaya. Bizim kilisede her gün depremzedeler için dua edildi, ben de sizin için dua ettim Sami Bey ve sonunda Allah sizi, sevenlerinize bağışladı…”
Nutkum tutulmuştu. Kanımın çekildiğini hissettim bir an. Neler oluyordu böyle? Nasıl bir ülkede yaşıyordum? Yahudi bir profesör dua ediyor, Ermeni bir hemşire dua ediyor, Alevi bir aile dua ediyor, Bandırma halkı her şeyini paylaşıyor, askerler ölüme meydan okuyarak can kurtarmaya çalışıyor… Hıçkırmaya başladım. Hemen oksijen maskemi taktı Karolin.
Elindeki mendille, benim yaşlarımı silerken, üniformasının koluyla da kendi gözyaşlarını kurulamaya çalışıyordu. “Sami Bey, size bir şey anlatacağım,” dedi. “Dernek olarak hazırlandığımız konser var demiştim ya, hani iptal edilen. İşte o konserde ben ilk kez solist olacaktım ve seslendireceğimiz parça bir Ermeni öyküsünün şiirinden oluşturulan ‘Mor Sirdı’ yani ‘Anne Kalbi’ solosuydu. Gülümser Hanım ile tanışınca öykünün ne kadar doğru olduğunu gözlerimle gördüm. Bakın size anlatayım. Eski bir Ermeni köyünde ana oğul bir evde yaşarlarmış. Bir gün köyünden bir kıza âşık olmuş oğlan. Kız çok kötü huylu biriymiş. Sevilmezmiş fakat güzeller güzeli imiş. Oğlan da çok yakışıklıymış. Köy halkı da bunların evlenmesini isterlermiş. Kız ise hiç durmadan oğlana şart koşarmış. Oğlan kızın her istediğini yerine getirmiş. En sonunda kız, oğlana ‘git, bana annenin yüreğini getir, seninle o zaman evlenirim’ demiş. Oğlan bunu kabul etmemiş ve ağlayarak evine dönmüş. Annesi, oğlunu üzgün görünce, ‘ne oldu evladım? Derdin nedir?’ demiş. Oğlan da durumu anlatmış. Annesi, ‘canım evladım, sen mutlu ol. Eğer böyle üzgün kalırsan, ben kahrederim kendimi,’ demiş ve elleriyle yüreğini söküp oğluna vermiş. Son nefesinde, ‘hadi git oğlum, evlen âşığınla, ben o zaman mutlu olacağım,’ demiş. Çocuk annesinin yüreğini alarak kızla evlenmek üzere koşmaya başlamış. Yolda ayağı taşa takılınca yuvarlanıp yere düşmüş. Tam bu sırada yürek dile gelmiş, ‘Canım evladım, bir yerin acıdı mı?’ demiş…”
Anlatamadı gerisini Karolin, ben de dinleyemezdim artık daha fazla. Yanağından dökülen damlalar benimkilerle karışmıştı.
Sabaha kadar yanımda, sandalyenin üzerinde bekledi Karolin. Her gözümü açtığımda elini alnıma götürerek saçlarımı sıvazlıyor, “Hadi uyuyun, ben buradayım,” diyerek sanki bebeğine ninni söyleyen bir anne şefkatiyle beni mışıl mışıl uyutuyordu.