Bazen sırtımda çok büyük bir yük hissediyorum. Bazen bu yük çok büyük sorumluluklar almamı ya da o sorumluluğu hissetmemi sağlıyor.
Sağlık Atölyesi ve Dijital Hemşire platfromlarını gece gündüz okuyan binlerce kişi var.
Hayatına yön vermek için gece yarısı mail atanlar, Whatsapptan yazanlar var.
Yazar başvuru formlarını doldurarak bu platformlara destek vermek isteyen yüzlercesi var.
Gerçekten bir şeylerin değişmesini isteyen kişileriz.
Hekimlik, hemşirelik, ebelik, fizik tedavi ve rehabilitasyon, beslenme ve diyetetik, sosyal hizmet, çocuk gelişimi, dil konuşma terapisi, acil yardım ve afet yönetimciler vs nice diğer sağlık mesleklerini icra eden kişiler olarak bir tükenmişliğin içindeyiz.
Sağlık sektörüyle azıcık teması olanlar, sağlık alanında bir mesleği icra edenlerin özverili çalıştıklarına şahit olmuşlardır.
Tabi her mesleğin içerisinde kaytaran, işini kötüye kullanan vardır. Olacaktır da. Bu durumun genellemesi çok büyük yaraların oluşmasını sağlamaktadır.
Bizi belki anlamayacaklar. Anlamalarını beklemek de hata olur zaten.
Anlamasalar da birileri için nöbet tutacağız, sevdiğimizden, ailemizden uzak kalacağız. Belki hastalanacağız. Belki eğitimimizi yarıda bırakacağız. Belki birileri yaşasın diye öleceğiz.
Bunun için her doğan yeni gün bir zeytin ağacı dikeceğiz.
Çocuğa, toruna kalır diye değil.
‘Yaşadım’ diyebilmek için.
**
Bu konuda Nazım Hikmet’in hapislik hayatında yazdığı şiir bize yol gösterici olabilir. Aşağıda yer alan şiiri okuyabilir ve Genco Erkal’ın sesinden dinleyebilirsiniz.
Ben bu akşam İzmir’e gidiyorum. Bir zeytin fidesi alıp dikeceğim. Sizde dikin. Bir saksıya veya bir bahçeye. Ona baktıkça yaşadığınızı hissedeceksiniz.
YAŞAMAYA DAİR
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
“Yaşadım” diyebilmen için…
Nazım HİKMET